7 Eylül 2011 Çarşamba

Meditasyon

Bugün ilk kez denedim. En sevdiğim klasik müziklerden olan Mozart Piano Concerto No.21 Andante'yi koydum, ışıkları söndürdüm, kırmızı mumlarımı yaktım. Meditasyona yabancı insanlar için ilk önce nefes egzersizleri öneriliyordu. Derin derin nefes alıp verdim ben de. Bunu daha önceleri daha çok yapardım; hem de arabada, otobüste, en cok da vapurda, dosya arasından fakamı kaldırıp dışarılarıyı izlediğimde; kısaca her yerde... Hatırladım.


Sonra gözlerimi kapattım ve hayal kurmaya başladım. Önce kendimi boşlukta, sonra dönüştürmek istediğim gibi hayal ettim. Daha doğrusu bunların hepsini denedim. Tabii zihnimin izin verdiği ölçüde... Çünkü benim sevgili geveze zihnim hiç susmadı; öyle dedi, böyle dedi, hiçbişey demese, tamam şimdi susuyorum gör bak, dedi. Kızmadım. Dışlamadım zihnimi. Derin derin nefes alıp bağrıma bastım onu. Ne de olsa o da benim bir parçamdı. Kabul'dü. Kabül. Kabül.


Şimdilerde okuyageldiğim kitaplardan olan Eat, Pray, Love'daki Liz karakteri geldi aklıma hemen :)) çok komikti gerçekten onun meditasyon yaparkenki hali. Sürekli dünyevi şeyler düşünüyor, bir yandan da o sükunet halini çok aptalca buluyordu hehheh :)


Neyse... Evet bunları da düşündüm.., yaparken...


İlkti. Acemi ve umutluydu. Her ilk gibi...


Benim için bir de hatırlatmaydı aynı zamanda. İstediğim takdirde herbir şeyi olabileceğime ve yapabileceğime dair. Ama önce kendimi daha çok bilmem lazım değil mi? Onun için de biraz daha sessizliğe ihtiyaç var dostlar.


Yalnız şunu biliyorum; herşey ama herşey kendi içinde bir disiplin, emek ve enerji istiyor. Emek ve enerji tamam da ya disiplin..? Şu Alman mürebbiyelerimden biraz da huy kapabilseydim ... Burada tamamen spontane ve çağrışım yolu ile titreşen bünyeyi biraz ehlileştirmek icap ediyor. Onu beslemek gerek en başta. Burnunu tıkayıp yemeği tıkmak değil tabii ki kastettiğim. Ona sağlıklı ve sevdiği besinler vermek mesela. Onu anlamak için can kulağıyla dinlemek ve biraz da şımartmak gerek.


Sonra görücez bakalım neler olacak? Ne demişler, yola çıkmadan yol görünmez.


Her yol zenginleştirir unutmayın.


Biraz da bu gözlükten hayata bakalım.
"Meditasyon" Devamını oku

5 Eylül 2011 Pazartesi

Ah Bu Ben...

Yine sessiz iklimindeydi; denizin "cezir" hali gibi suları çekilmişti kıyıdan.. İçinden konuşmak gelmedi; gelse de erteledi, öteledi.. Sanılmasın ki canı sıkkındı; bilakis dört düvelle sohbette, pür-i pak neşe içindeydi.. Kendine kaldığı zamanlarda ise dinlendi. Bol bol dinledi içinin sesini.. Dalgaların, deniz melteminin, cırcır böceklerinin sesini dinledi.. Şehir gürültüsünden usanmış kulaklarını, doğaya aşık gözlerini ve en çok da telaşla koşan aklını toğraga serdi. Güney denizinin iyotlu sularında serinledi. Üç kuşak sevdikleriyle muhabbet etti, güldü, neşelendi.. Geride kalanı düşündü; özledi..

Sonra yollara verdi kendini.. Otobüs penceresindeki manzarada gözleri mahmurlaştı, yavaş yavaş göz kapakları ile birleşti; uyudu. Giden mayhoş, kalan buruktu. Gittiğinde kavuşmak olmasa, gitmek hepten zordu.. Şu hayattaki çelişkisi, işte tam da buydu. Hem gitmek, hem kalmak bir kapta karışmazken, o hep  bir var, bir yok'tu..

Çok şükür ki kavuştu.. Tüm evhamlarını havada bırakıp ayaklarını toğraga bastı. Bir kez daha risk altındaki faniliğine ve güvenli anlardaki dünyalığına şaştı. Sanki insan denen mahluk, en çok tehlike anında insanlığını hatırlardı..

Sardı, sarmalandı, pamuklara yatırıldı.. Yattığı yeri beğendi, kendini uzun uykulara verdi.. Ertesi gün çabucak geçiverdi. Akşam Ankara'dan bir dosta yeni pikesini serdi. Onun Trakya'dan getirdiği karpuzu ise 2 gün sonra kesti. O akşam tekrar doldurdu açıkta duran valizi; kontrol etti bu kez kendi hediyesini. Astı askıya hem sevdiğinin gömleğini, hem de kendi  prenses elbisesini...

Tek unuttuğu davetiyeydi; onu da zaten evinde unuttuğu arkadaşı getirecekti. İzmir'e doğru yola koyuldu. Vizyondaki bir film ismi gibi "En Yakın Arkadaşı Evleniyor"du..

Civan Teyze'nin pansiyonuna yerleşti. Prenses elbisesini, topuklu dore ayakkabılarını giyindi, süslendi. Özge ve Serhat'a sarıldı, misket havası, damat halayı oynadı, zıpladı. Sabahında "bardacık" incir, "gevrek" simit aldı.

Tekrar yollardaydı.. Ve ertesi gün yine çabucak geçti.. Sanki İstanbul'da vakit daha bir nakitti.. Yapmayı düşündüğü pasta bile, bu akşama yetişmedi. Ama işte yine de birşeyler söylemek gerekti.. Halbuki Oya'nın her işi gönülden geçer; gönlü ise bir kabarır, bir inerdi..  Aynı Med-Cezir gibi...

İşte buydu suskunluğunun sebebi...

Doğuştan getirdiği, dalgalı meşrebiydi müsebbibi...



"Ah Bu Ben..." Devamını oku

20 Ağustos 2011 Cumartesi

The Visitor



Senaryo, Yönetmen Thomas McCarthy, 2007 yapımı bir film.


Amerika'daki göçmen hayatına kısa bir bakış... Aynı zamanda, hayata (bir anlamda) küsmüş bir adamın, yeniden yaşama göz kırpışı; uzun süre karlar altında kalan kardelenin yeniden filiz vermesi gibi...


Yargı ve irdeleme yok... Kasavet ve buhur da...


Giriş-gelişme-sonuç yok...


Tanıklık var sadece... Biz yaşarken, başka hayatlar da kendilerini yaşar ve bazen biz tesadüfen onların hayatına tanıklık ederiz ya hani; kapısını açık unutan birisinin evinin önünden geçerken içeriye şöyle bir bakıvermek gibi...


Severim böyle filmleri... Söylemeden anlatanları, hatta anlatmadan sadece gösterenleri... İşte bu film de onlardan biri...

"The Visitor" Devamını oku

19 Ağustos 2011 Cuma

Bir Şiir

Ne hoş, ey güzel Tanrım, ne hoş
Mavilerde sefer etmek!
Bir sahilden çözülüp gitmek
Düşünceler gibi başıboş.
Açsam rüzgara yelkenimi;
Dolaşsam ben de deniz deniz
Ve bir sabah vakti, kimsesiz
Bir limanda bulsam kendimi.
Bir limanda, büyük ve beyaz...
Mercan adalarda bir liman..
Beyaz bulutların ardından
Gelse altın ışıklı bir yaz.
Doldursa içimi orada
Baygın kokusu iğdelerin.
Bilmese tadını kederin
Bu her alemden uzak ada.
Konsa rüya dolu köşkümün
Çiçekli dalına serçeler.
Renklerle çözülse geceler,
Nar bahçelerinde geçse gün.
Her gün aheste mavnaların
Görsem açıktan geçişini
Ve her akşam dizilişini
Ufukta mermer adaların.
Ne hoş. ey Tanrım, ne hoş,
İller, göller, kıtalar aşmak.
Ne hoş deniz deniz dolaşmak
Düşünceler gibi başıboş.
Versem kendimi bütün bütün
Bir yelkenli olup engine;
Kansam bir an güzelliğine
Kuşlar gibi serseri ömrün.


ORHAN VELİ KANIK



Yazarın Notu:


Bir şiir, yalnızca bir şiir ne kadar da güzel anlatıyor bütün bir halet-i ruhiyeyi... Günlerdir dilimde tuz tadı, denizin tuzu... Gözlerim güneşe doymadı.. Kıstım da ondan mıydı? Ya güneşte yanan tenim..? Hala hafif sızısını özlerim.. En çok da gördüklerim.. Sarı, sıcak bir yaz; mavi, yeşil, beyaz... Ne telaş, ne tantana; varsa yoksa doğa... Beklentisiz bir mevcudiyet, sualsiz bir teslimiyet... Koyversemm, diye geçiriyorken içimden... ah şu zaman... keşke sen de biraz tatil yapsan...


Orhan Veli'nin şiiri, bu gece size iyi geceler desin... Serin bir yaz akşamı gibi, içiniz ferah, kalbiniz sıcak, neşeniz bol olsun...
"Bir Şiir" Devamını oku

16 Ağustos 2011 Salı

Bazı Ruhlar Birbirine Benzer



Hissedersin... Tanımasan da, görmesen de bazen bilirsin... Yakın hissedersin; sanki o kişi senin çocukluğunu biliyormuş gibi... Bir de tahmin edersin onu; sanki huyuna suyuna ermişsin gibi... Garip değildir kanımca bunların hiçbiri; metafizik veya gaipten de değildir.


Basittir sadece.


Ruhlar birbirini tanır.


İnsanın insanı tanıması, dedikleri gibi belki de bir ömür sürer. Çünkü insan dediğin katman katmandır. Derisi kalındır. En transparan yeri, gözleridir. Buna rağmen, beridekinin gözünün içine bakan insan bile bazen yanılır. Ama ruh öyle mi? O şıp diye anlar; gelmişinden geçmişinden değil, taaaa özünden yakalar beridekini. İlk bakışta aşık olması da bundandır. İlk bakışta tanıdığından, kendine eş saydığından...


Peki bu eş sayılan kişi, ruh-eşi midir ki?


............................................................................


Her aşk, o zaman bilmesen de, ya ruhuna eştir; ya da ruhunun geçeceği geçittir.


Ruhun ya beşiktedir; ya eşiktedir.


Öyle ya da böyle;


Aşk hep değiştirir...


"Bazı Ruhlar Birbirine Benzer" Devamını oku

15 Ağustos 2011 Pazartesi

Televizyona Çıktım!



Caddebostan sahilinde her zamanki sabah yürüyüşlerimden biriydi... Üstelik bu defa bayağı erkenciydim de... Altımda şortum, üstümde beyaz t-shirtüm, tepeden tutturduğum dağınık saçlarım ve üstümdeki dünden kalma deniz kokumla perzasızca yürümedeydim... Yine her zamanki gibi bir yandan beynimin bir tarafı serbest çağrışım yakın tarihte duyduğu sözleri yerli yersiz yankılıyor, renkleri anımsatıyor ve duyguları titreştiriyorken, diğer bir tarafı bana denizi izleyen yalnız bir martıyı gösteriyor, böyle melankolik duruşlar insana mahsus martı kardeş diye şakalar yaptırıyor, sonra bir de ooooohhhh denizi koklatıyor vs. vs. İlave olarak; beynimin bir başka tarafı da bana arada sufle veriyor: "hadi artık biraz güzel şeyler düşün, hayal mayal kur, güne güzel başla!"


İşte ben tam bu iki arada bi derede hallerimden birindeyken, bir kadın muhabirin aynı benim gibi yürüyüş yapan bir kadına, arkasında kameraman arkadaşı ile birlikte mikrofonu doğrulttuğunu gördüm. Hemen güneş gözlüklerimi gözüme taktım ve göz ucuyla baktım o yana doğru. Uzaklaşırken oyuncu beynim hemen girdi araya, "peki sana sorsalar sen ne derdin?" diye sordu. Ben de, çelişkilerimi ve o güzel hayallerimi bir kenara koyup bunu düşünmeye başladım. Verdiğim cevaplar, sade, net ve tatmin ediciydi doğrusu.


Yürüdüm, düşündüm, düşündüm, yürüdüm. Arada dalga geçti beynim yine; "o kadar düşündün, şimdi yeniden görmeyesin" diye...


Korktuğum başıma geldi. Ya da şom zihnimin oyununa geldim. Ya da her neyse... Fakat yakalandım artık bir kere...


Dersime çalışmıştım ama sırası mıydı yine de şimdi. Zaten bu kafası karışık kızın düşündüklerini bir baloncuğa sığdırması beklenemezdi; ayak üstü felsefe yapmak da abesti... O yüzden bu kız da üfürdü, tüm düşünce baharatlarından birer tutam, öteki muhabir kızın suratına doğru... Kız öksürdü... Bizim kız kıkırdadı...


Ne de olsa televizyona çıkmıştı! Ama sormadı bile hangi kanal diye orası ayrı. Sadece televizyon oyunu neşeliydi ve oracıkta da bitti. Zaten Andy Warhol da dememiş miydi: "Bir gün herkes 15 dakikalığına televizyona .çıkacak" diye... Büyütmeye gerek yok işte... Hem de hiçbir şeyi...


Fakat asıl şu beyin meselesi... Yani beyni terbiye etmek; etmeye çalışmak, gerçekten de nafile mi..?


***Herkes cevabı kendisine versin; sonra oturup bir de falına baksın :)

"Televizyona Çıktım!" Devamını oku

10 Ağustos 2011 Çarşamba

Mutevazilga Ovgu

İnsanoglu iste... Cindy Crawford misali "ben"leriyle ne yapacagini bir turlu bilemiyor :) O kadar cok "ben"i var ki... Kalkan tek kasinin ustunde, dudaginin kenarindaki hafif kivrimda, estirdigi her yalan ruzgarinda ve "ben" sandigi her yerde'ler. Her tenezzulune, merci'lerine ve daha fark etmedigi binlerce haline yapismis uyduruk "ben"ler... Rollerine hapsolmus kimlikler; sadece mavi ya da pembe nufus cuzdanlarindan ibaret gibiler... Hapishaneleri dayali doseli, konforlari da muazzam ustelik... Ah su altin kafesin icindeki bulbuller...

Oysa insanoglu denen mahlukat da, yarattigi onca role ragmen, etten kemikten degil mi? Dogadan geldi, yine dogaya donmeyecek mi? Doga ise ne kadar sevecen ve basit, degil mi ki? Hatta doganin kanunlari bile yok; onu da biz uydurmadik mi; anladigimiz dile cevirdik bir sekilde..

İste boyle dusununce.. annelik, babalik, is adamligi, asmis insanlik, entellik dantellik, yalandan sanatcilik, zenginlik, avukatlik.. gibi toplumun buldugu, kimi zaman dayattigi roller, hic de muhim degiller...

Cunku insani ozunde roller degil, gercek ihya eder; ve genel olarak da zaten insani hep basit seyler mutlu eder!

Sunlari bulbule sorsaniz acaba bulbul ne der? Sevgili bulbul, sesin mi guzel, kafesin mi? Tahtin mi rahat evin mi?

"Mutevazilga Ovgu" Devamını oku

7 Ağustos 2011 Pazar

Boutique

Bu tanimin hayatimiza girmesi, Onceden kucuk semtlerde kose baslarinda rastladigimiz kucuk dukkanlar ile oldu. Bu dukkanlarin İclerinde degisik urunler bulabilirdiniz. Zaten Fransizcadan tureyen bu kelimenin anlami da sus esyasi ve giysi satan kucuk, elit dukkanlar demek degil mi?

Fakat Simdilerde bu bir sifat artik. Oyle yerli yersiz her seye kullanilan tanimlayici bir joker eni konu. O da ici bosalan kelimelerden artik; motivasyon, kendini gerceklestirme, olumlu dusunmek gibi... Lutfen Benim adima hepsine birden evrenden bir msj yolla; fazla uzun olmasin ama, kib optm bye yeterli bence :)

Velhasil; bu gercek degil, sadece bir moda biliyoruz; o yuzden fazla ciddiye almiyoruz. Fakat piyasa oyle demiyor; cunku o kurtlar, insanlarin modayi takip etmeyi sevdiklerini cok iyi biliyor. İsin tuhafi bo moda, sitil sahibi bir moda da degil, en cok satanlar modasi. Herkese hitap ediyor; tum ihtiyaclari karsiliyor. Dedim de, aklima birsey daha geldi.. Durun onu diyeyim :)

Su 5 yildizli, olmadi 7 yildizli oteller mesela.. Her sey dahiller; biz sizin adiniza herseyi dusundukler, colugunuzla cocugunuzla kalkin gelinler.. Hepsi de Truman Show'dan farkli degiller. Tek farki, belki de gonullu olmasi.. Gonullu toplama kampi da diyebiliriz biraz ileri gidersek.. American style eglence tarzi.. Sevecen, beklentisiz, ucuz ve bol! Fakat tek kelimeyle standart!

İyi de kotu birsey mi standart olmasi, diyebilirsiniz. Fakat o zaman bu Oya kizi size sorar; herkes herkesle anlasabilir mi? Peki siz herseyi sevebilir misiniz? Hayir, degil mi? Ancak idare edebilirsiniz belki.

Demek ki; herkesin o poposunun rahati ugruna kendine has olan o biricik zevk ve beklentilerinden vazgectigi, bu yuzden herkesin herkese benzedigi o ruya oteller, gercekten de sadece bir ruya belki.. İt's not real aabi..!

Cunku, ozelliksiz, zevksiz ve kalitesiz.. Tipki secimler gibi; oylesine yasanan hayatlar gibi.. Oysa ki, ne lukse ihtiyacimiz var, ne de bir standarta kavusmaya.. İnsani en cok mutlu eden seyler basit aslinda; sirasiyla: ask, sevgi, doga! İste sizde bu hisleri uyandiracak, sizi dogaya yaklastiracak ne varsa pesinden kosun. Estetik, sanat, agac, bahce her neyse...

Yasasin butik yasam tarzi!

"Boutique" Devamını oku

4 Ağustos 2011 Perşembe

Dört Film Birden!



Merak etmeyin; izlemeyeceğim. Satın aldım diyecektim. Yine aynı umutla, aynı umutlu bakışlarla sorarak: "tavsiye edebileceğiniz güzel filmler var mı acaba?" ve ekleyerek: "malum hava sıcak, çok ağır filmler olmasın" sanki yiycem filmleri :) ama susmuyorum devam ediyorum: "böyle ilham verici olsun; ödüllü de olabilir" çünkü ben hala hayatımın filmini izlemedim; bir umutla onu arıyorum da ondan bu çaba.


Bir de işin özünde, ben tavsiye almayı severim işin ehlinden, güvenmek isterim ona. Güvenimin boşa çıktığı çok zamanlara da şahit olmuşumdur bu küçük oyunum yüzünden. Bunlardan en acılısı kuaför vakalarıdır. Bir insan evladı olarak girersin önce kuaföre; fakat bir kuşa da dönüşebilirsin, bir aslana da nihayetinde :) bilemezsin... Kendini kuaföre emanet ettiğinde, neye dönüşeceğini hiçbir zaman önceden kestiremezsin. 80'ler ruhun da canlanabilir, içinde ergen ruhun da; ya da modanın soykırımına uğramıssındır. Fakat en kötüsü, dönülmez akşamın ufkundasındır artık.


Vakiiiiiiit çoooooookkkk - - - geeeeççç! Aman üzülme kökü sende :) bunu da söyleyen olmasa... ki olmasın bence de zaten. O kökün uzaması nerdeyse 1 sene. Yani kaç bahar ayında o saçlarını dilediğince savuramayacaksın, kaç kış ayında bere yakışmayacak, kaç sonbahar ayında hüzünlenirken aynada kendini komik bulacaksın ve kaç yaz ayında denizden çıktığında ıslak bir sıçana dönüşeceksin kimbilir... Söyleyin bu kızın hayallerini kim verebilir?


Konudan konuya atladık; nerden geldik buraya? Ben film diyordum en son, 4 film birden!


Ne mi aldım: 1. Emotional Arithmetic

2. The Visitor

3. Le Concert (Paris'te Son Konser)

4. Loft (Çatıkatı)


İzleyip görelim; yorumlarımızı bilahare paylaşalım.


PS: ben küçükken "Uykudan Önce" programı vardı. Onu izleyip yüzümüzde gülücüklerle yatağa girerdik. Şimdi, iyi şeyler düşündürücü ve mutlu edici bir kitaptan birkaç sayfa okumak aldı, o alışkanlığın yerini. Yatmadan önce kitaplarım, diyorum ben bu tür kitaplara. Çünkü gün içinde okuduğum kitaplar farklı oluyor (ve en az 2 tane)


Uyku vakti... Nerde kitabım..?
"Dört Film Birden!" Devamını oku

1 Ağustos 2011 Pazartesi

The Social Network



Evet, bu ara dvd alemlerindeyiz. Fikirler ediniyor, yeni fikirler ekiyor, üstüne bir de bunları paylaşarak çoğaltıyoruz. Amacımız aynı; saçlarımızda savurmak istiyoruz yine o güzel kokulu ilham rüzgarını.. İngilizcede -re ile başlayan sözcükler gibiyiz; ya da onlardan olmak ister gibi bir halimiz var: renew, recover, remove, reset... kulağa hoş gelenlerden...

Filme dönecek olursak... Bu bir girişimcinin hikayesi özünde. Bilmeyenler için (ki hala kaldıysa), Facebook'un yaratıcısı Mark Zuckerberg'in Facebook'u yaratım sürecinin öyküsü. Sloganı ise; "you don't get to 500 milion friends without making a few enemies." Yani; "birkaç düşman edinmeden 500 milyon arkadaş kazanamazsınız." Doğru; kim inkar edebilir ki... Başarının kıskanıldığı ve herşeyin mutlaka bir zıddının olduğu bir gezegende yaşıyorsak, bu yorumu yapmak, yeni birşey söylemek olmaz zaten. Bu sebeple şimdi ben birkaç yeni birşey söylemek istiyorum izin verirseniz :)

Gerçek hayatta gördüğüm veya bir şekilde fikir sahibi olduğum girişimcilerin hayatına baktığımda, yollar, amaçlar ve kültürler çok farklı olsa da, bazı temel şeylerin hep aynı olduğunu gözlemliyorum. Ne gibi mi? Mesela adanmışlık... Girişimcilerin tamamı, kendilerini projelerine gönülden adıyorlar. Gönülden adamak, bildiginiz istemekten oldukça farklı. Bir kere gönülden isteyen insan, projesini bir rüya gibi yaşıyor. Hani rüyada her şey bir yandan olası gelir ve biz de bir yandan meydana gelen o saçma şeyler için "bunlar gerçek hayatta olmaz ki" demeyiz ya... ve yine o rüyada çok koşsak da yorulmayız mesela... hatta rüya (proje) bitip de uyandığımızda kendimizi dinlenmiş hissederiz. Neden mi? Çünkü artık doğurmuşuzdur. Bizim canımızdan, enerjimizden, emeğimizden ve düşlerimizden bir bebek dünyaya gelmiştir. Her doğum bir mucizedir ya, her bir gerçekleşen düş de öyledir işte... Ve doğum yapan kadın gibi biz de artık huzurlu ve duyguluyuzdur. Bir de çoğalmışızdır. Bir nevi annelik duygusu kabarır içimizde bebek projeye karşı...

Böyle bir bağ vardır girişimci ve projesi arasında. O birçok şeyi peşinen göze almıştır ve hatta gözden çıkarmıştır da. İstenmeyen çalışmaları bir bir yapar, hatta uykusuz kalır. Odaklanmıştır. Hatta öyle odaklanmıştır ki; çocukken yaptığumız merceği güneş ışığında kağıda tutmak ve onu tutuştumak an meselesidir.

Bir de o, inananlardandır. Kimse inanmasa da kendi biricik düş'üne sahip çıkanlardandır. Bu yüzden risk alır. Hem de seve seve; feda olsun diye diye... Feda ede ede gözü kararır; gözünü karartır girişimci. Feda etmek, göz doyurur, göz tokluğu yaratır hem de. Gözü tok olanın, boş vaatlere karnı da tok olur böylece.

O değer biçmez düşüne; bu yüzden pazarlık etmez. Düşünü yaşar, düşünü oynar; düşüyle yatıp kalkar. Fakat düşünü satmaz. Never!
"The Social Network" Devamını oku

31 Temmuz 2011 Pazar

Breakfast at Tiffany's



"Senin en büyük hatan bu işte Mr. Golightly; hep vahşi şeyleri seviyorsun. Vahşi şeyler, ihtiyacı oldukları güce ulaşınca uçup giderler."


diye, karakterinin ilk ipuçlarını veriyor genç ve güzel Holy. Belli ki elde tutulamayan, ancak göz ile sevilen bir tür olduğunu düşünüyor ve aşağıdaki replikten de anlaşılacağı gibi, öyle olmak da istiyor:


Paul: Seni seviyorum.

Holly: Ne olmuş yani?

Paul: Daha ne olsun. Seni seviyorum; bana aitsin!

Holly: Hayır. İnsanlar birbirlerine ait olmazlar.

Paul: Elbette olurlar.

Holly: Kimse beni kafese koyamaz.

Paul: Kafese koymak mı? Ben seni sevmek istiyorum.

Holly: Aynı şey!

Paul: Hayır; alakası yok.


Sevmekten sevmeye de fark oluyor değil mi gerçekten? Kimisi gözüyle uzaktan; kimisi ruhuyla derinden, kimisi de elleriyle sıkarak seviyor. Holly, belli ki gözüyle sevilmek istiyor. Gerçekten bazı insanların kanatları tek kişilik oluyor. Bir başkasına daha yer olamayacak kadar hafif ve narin. Kırılgan oluyor en derininde bu türün örnekleri. Ya da belki de yaralı da üstünü kapatıyor tüyleri. Fakat onların bilinen değişmeyen gerçekleri, hiçbir şeyle değişemedikleri özgürlükleri... Biricik varolma biçimleri...


Ya da filmin jönü Paul'ün Holly'yi suçladığı gibi, onlar sadece birer korkak! Onların görmek istemediği, "şu hayatın gerçekleri!" Çünkü o kadar basit ve yalın ki hayat bir koyveriversen... bir bırakıversen göreceksin "insanlar aşık olurlar ve birbirlerine ait olmadan yaşayamazlar", zaten. İnsan denen varlığın özü yaban değil, ehil olmaya müsait değil mi hakikaten. Çünkü yabanlık yalızlıktan geliyor; yalnızlık da insanın varoluş kimyasına hiç uymuyor. Kimya karışık malum; tüm bunları çözecek, o formülleri kara tahtaya tek tek yazacak bir can yoldaşına ihtiyaç var. Kara tahta ise, malum senin ayna..! ;)

"Breakfast at Tiffany's" Devamını oku

30 Temmuz 2011 Cumartesi

HADİ

İcine hadi kacinca bak neler oluyor..?

20 dakikada vapur iskelesi, sonra seni bekleyen bir taksi, yetmedi acikta 2 bilet, karaborsaya ne hacet, kac para abiler biletiniz, Simdi 100 er lira cok dediniz, yok mudur baska secenek, bir tek merdivenler kaldi demek, olsun, varsin gonuller cossun...

"Yagmura, buluta, yildiza, aya, kara topraga, dusen yapraga sor, var mi asktan ote... Varsa sen soyle..."

Gunun kucuk notu: Huylu huyundan vazgecer; huysuzun suyuna huy kacar. Ne zaman? Sasirdigi zaman. Kendinizi sasirtin, suc ustu yakalayi..ki yalan kiviramasin..

"HADİ" Devamını oku

28 Temmuz 2011 Perşembe

Analitik Düzlem



Üniversite sınavına hazırlanırken bu tanımdan hiç hoşlanmazdım; ki geometriyi çok sevmeme rağmen analitik geometriden hep çuvalladım. Nitekim, o kadar deneme sınavında çıkmadı karşıma, geldi çıktı üniversite sınavında; hem de 9 tane... Ne denir? Küfür mü edersiniz (ki etmişimdir), daha fazla anlamaya ve çözmeye çalışmadığınıza mı yanarsınız (ki yanmışımdır), yoksa soğukkanlılıkla karşılayıp son dakikalarınızı öteki daha kolayca olan "çözemediklerinize" mi ayırırdınız (ki büküşük suratımla ben de öyle yapmış idim) ..?

Fakat ne fark eder? Siz o soruları yapamamışsınızdır bir kere. Bunun hayatınıza olan etkisi ayrı bir konudur ve o da belki bir ara bu blogda tartışılacaktır. Fakat şimdiki konu, bir soru'nun ne zaman bir soru(n)a dönüştüğüdür. Cevap ise basittir; aynı vergi hukuku hocamızın seveceği cinsten 2 hanelidir: "çözülemediği zaman".


Öğrencilik hayatında herkesin az ya da çok karşılaştığı bu durum, aslında günlük hayatta da kendini bir takım "farklı derslerle" göstermektedir. Fakat oradaki söylem artık biraz düsturludur takdir edersiniz: "öğrenilmeyen dersler, verilmemiş sınavlar gibi hep karşımıza çıkar." zınk!

Şu insan denen mahlukun da işi zor be kardeşim. Ömrü hayatı sınav vermek, sınıfını geçmekle geçiyor, diyebilirsiniz elbette. Hatta ben de hak veririm size. Amma velakin bu da hayatın bir işvesi, cilvesi, hatta neşesi oluyor kimi zaman. (=geçildiği zaman :)) Bir de mazallah hayatın akrep burcu bir hafızası vardır; unutmaz unutturmaz sizin eksiğinizi. Gizli gizli fırsatını kollar; bulduğu yerde yapıştırır dersini. Sonra bir de sorar küstah: "sen daha öğrenmedin mi?"


*Gizli not: Bu şakacı betimleme, masum skeç akrep burçları tarafından yanlış anlaşılmasın. (mazallah alıngandırlar da)


Konuya dönecek olursak; bu yazıyı, "dersinize iyi çalışın siz de" diye öğütlemek için yazmadım. Ben ne yaptım bugün, onu diyecektim asıl. Şöyle ki: Bugün, önce kuşbakışı baktım haritama; sonra ölçeğimi biraz büyüttüm ve 3 boyutlu gözlüğümle göz attım coğrafyaya bir daha. En son indim sahaya; bir doktor objektifliği ve sağduyusuyla baktım bu kez yaraya. Not ettim vakayı. Eksisini, artısını bir bir yazdım. Sonra bir de eksi(k)lere ilaç yazdım. Verdim reçeteyi...


Şimdi nekahat dönemindeyim. Bu dönem kendime iyi bakmalı ve güçlenmeliyim. Reçetedeki ilaçları alacak, doktorun talimatlarına uyacak ve kötü alışkanlıklarımı bırakacağım.


Bakalım bu defa dersimi alacak mıyım..? :)

"Analitik Düzlem" Devamını oku

27 Temmuz 2011 Çarşamba

Demirhindi Serbeti

İctigim bu demirhindi serbeti, Hindistan'daki demirhindi agacinin meyvesinden yapilmakta; ayni zamanda icinde 38 cesit baharat var. Her derde deva, sifa niyetine...

Simdi sorarim sizlere, boyle bir recete nasil olur da serbet diye anilir? Bildiginiz meyve suyu iste, hem de en karisigindan... Peki gunumuzdeki meyve sularina ne demeli; hepsi bildiginiz serbet, bol katki maddelisinden...

Ben, bir saglikli besinci, ayni zamanda sofrasever kisi, bu demirhindi serbetini begendi. Saglikli bir ogle arasi gecirmek isteyenler icin adres:

Guler Osmanli Mutfagi / Hasanpasa - Kadikoy (adliyenin az otesi)

"Demirhindi Serbeti" Devamını oku

25 Temmuz 2011 Pazartesi

Hayatın İçinde Hayatlar





Yaklaşık 15 dakikadır, 7. kattaki balkonumdan aşağıya, biricik sokağıma, güzel bahçeme doğru bakıyorum... Tabii düşünceler hiç vakit kaybetmiyor, sürü kuşları gibi hemen kafamı sarıveriyorlar... Diyorum ki içimden, "şu bahçeye bak Oya, şu balkondaki sardunyalara, burada karanlıkta dikilen sen misin? Bu ev senin mi..? ne zamandır? Daha 7-8 ay önce buraya ilk bakışımızı hatırlıyorum, evi ilk gezişimizi... O zaman da ilk ışığına vurulmuştum; benim küçük yuvamın sarı, aydınlık ışığı vardı onda da... Ya o Salacaktaki küçük yuva..? Tuhaf ama bendim orada yaşayan da; sanki benden bir tane daha... 8 ay önceki Oya; sazı başka, sözü başka, bir tek özü aynı...


Daha da geriye gidersem, yine bambaşka bir hayat karşımda. Oradaki genç kadın da benden bir parça; keşke dokunabilsem... Evi, giysisi, derdi, tasası, sevinci başka Oya'lar...


Şimdiki ben ben'im de, acaba oradaki Oya'lar, hala o hayatları mı yaşıyorlar..?



Zaman değil tam olarak algıladığım; boyut desem güler misiniz..?


"Hayatın İçinde Hayatlar" Devamını oku

24 Temmuz 2011 Pazar

İstek Gercek Mi?




İnsan bazi durumlarda kendinden referans aliyor. Cunku asil olani bazen bir tek ici biliyor. Farkindaligi yuksek insanin isi de zor oluyor; bunu bir sekilde biliyoruz. Belki bunu da kendimizden saklasak da icimizden biliyoruz.



Kendi adima kinusacak olursam; ben su "tecahul-u arif" denen "bilip de bilmemezlikten gelme" sanatinin yalnizca latife ederken kullanilmasindan haz ediyorum. Keza insanin bu oyunu kendi ile oynamasini da sakincali buluyorum. Zaten yapamiyorum; Allah'in bildigini ben kulundan saklayamiyorum. Saklarsam kendimi oyuncu gibi degil; yalanci gibi hissediyorum..



Neden simdi butun bunlari soyluyorum peki? Cunku bir kapi daha aralaniyor icimde; su agir, buyuk, eski ahsap kapilardan.. Hani su gicirtiyla bir ogleden sonra yazinin sari ve sicak isigina acilan.. Acilinca icinize bir kutuphane kokusu dolduran.. Sizin gizli kutuphaneniz; aradiklarinizi bulabileceginiz bilgi hazineniz..



Bugun bu kapinin arkasinda aradigim, gercek isteklerdi.. Su iz birakanlar, iyi ki dedirtenler, hadi'ye kosturanlar, sizlanmadan yapilanlar, yapilinca kelebeklendirenler.. İcinin, bu ugurda tum zorluk ve guclukleri kucaklayan, hayata daha cok tutunan yani; gozunun isikli tarafi..



Varolusunun anlami; ya da anlamlarindan bir tanesi.. Soyleyin şimdi, sizin isteginiz gercek mi?



Sent from my iPhone

"İstek Gercek Mi?" Devamını oku

22 Temmuz 2011 Cuma

Zen ve Ben




"Her insan kendine has bir ruhtur. Bu ruhun yasaminin kendine ait deneyimleri, acilari, mutluluklari, basarilari, sorunlari vardir. Bazi gelismis ruhlar arayis icindedirler ve yasamlarindaki deneyimlerden surekli bir sonuc cikarmaya calisirlar; hep daha iyiyi, mukemmeli ararlar. Mutasavviflar, dunya hayatini gercege- Allah'a-ulasmak icin yapilan bir ruh yolculugu olarak gorurler; bu yol da kisinin kendini tanimasindan gecer. Ayni sekilde Zen Budizmi de kisinin gercege ulasmasi icin kendini tanimasi gerektigini salik verir. Cunku gercek, kisinin kendi icindedir, ogretilemez ve anlatilamaz; bunun ortak bir yolu yoktur. Buna gore herkes kendini dinlemeli ve kendi yolunu kendi icinde bulmalidir."
Nasuh Mahruki / Bir Dagcinin Guncesi

Yukaridaki paragrafi okuyunca icimdeki bir dugme pause'a basti ve gozler okudugum metinden icime dogru cevrildi. Evet, ben de boyleydim; icimdeki arayis hic bitmezdi. Sanki ruhumun beni cagirdigi bir yer vardi ve ben orayi bulmaliydim.

Komik kismi ise, "ben gelismis bir ruhum" (demek ki) diye tume varmamla basladi. Egom bu ise sevindi, dondu artist bir bakis atti. İcimdeki digeri ise bu duruma guldu; dondu egonun ensesine bur saplak atti. Bu egonun en sinirlendigi seylerden biriydi. Ego kucuk dustu ve kustu. Digeri ise aldirmadi, ustune bir de nasihat etti: Herseyi oyle uzerine alinma...




Sent from my iPhone
"Zen ve Ben" Devamını oku

Bildiri

@ kemalin yeri with orta kahve hahha:)
"Bildiri" Devamını oku

21 Temmuz 2011 Perşembe

AMATÖR



Bugün, kendime dair bir şeyi daha hatırladım; kendimi oracıkta tanımladım. Tanımlamakla kalmayıp tasdik ettim, onayladım ve hatta kutladım. Yaşadığım, çok şen sayılabilecek bir durum da değildi oysa; düpedüz açık vermek, sobelenmek, ortaya ulu orta serilivermekti.. Neresinden bakılırsa bakılsın çocukçaydı..


Üstelik kabahatim büyüktü; bir kez daha karıştırmıştım işimle kendim olmayı, ya da işimde kendim olmayı ya da işimde kendimi bulmayı... Her neyse işte, iş'ime gelmedi neticede bana geldi her ne geldiyse.. işim, gücüm oldu/gücüm beni sordu/ben beni yordu/velhasıl zordu tüm bunlar.. Belki de öğrenmem gerekti, ama neyi? Sahi, insan işi ile kendini karıştırmamayı nasıl başarır? Bu, eve gelince iş kıyafetlerini çıkartıp üstüne rahat birşeyler giymek gibi birşey midir? Bir kere insan sevmediği bir kıyafeti bile uzun süre taşıyamazken.. (Nitekim benim bir iş gününün ortasında alışveriş merkezinde yenilenmişliğim ve eskilerden yanımda yük ettiğim bir torba ile kurtulmuşluğum vardır:)) Konuya dönecek olursak; bu gerçekten mümkün müdür? İnsan kendine karşı bu kadar kör, vurdumduymaz ve duyarsız olabilir mi? Kendini iş'in işine karıştırmayabilir mi?

Cevapları duyuyor gibiyim.. Sağ köşeden gelen bir cevap tüm bunların rol icabı olduğunu; hayatın da zaten bu rollerden ibaret olduğunu söylüyor. Bu sağ köşede oturan bu sakin, bilmiş ve ruhu toprak (ne demekse; sonra açıklarım :)) kişiye sorarım: İnsan oynadığı rollerden etkilenmez mi peki hiç? Ben film izlerken bile etkileniyorum; tutun ki hayatımın baş rolünü oynuyorum.. Hayatımın baş rolünü oynarken bir teklif geliyor ve diyor ki, hayatının baş rolünün iş bölümünü oynarken Oya'yı değil, Ayşe'yi oyna.. İşler iyice karıştı şimdi ama...


Toparlayacak olursam... Birincisi; insanın bu kadar rollere bölünmesi reva mı? İkincisi; hayat rollerden ibaretse eğer, ben ne zaman kendim olacağım?


Bir saniye, arkadan bir itiraz var: "Ben rollere inanıyorum; hayatı biraz da hafif yaşamak gerek; fazla ciddiye almak iyi değil." Evet katılıyorum, bence de. Fakat o da nihayetinde bir parça profesyonellik gerektirmiyor mu? Bu sorunun cevabı "evet"se ben varmak istediğim yere geldim demektir. Bkz:


Profesyonelin kelime anlamı ehil, işinde uzman kişi iken algısı bundan biraz daha farklıdır. Profesyonel insan tipi günümüzde, duygudan arınmış, biraz kaşarlanmış ve bir parça kartlaşmış, o oranda kalbi katılaşmış ve maneviyatı kıtlaşmış, kesinlikle büyümüş veya büyümüş de küçülmüş, tecrübeli kelimleri ile de yakın duruş sergilemektedir. Aynı zamanda profesyonel insanın yerine göre presentable, politik ve herkes gibi olması da beklenir. İşte profesyonel insan, tüm bu sıfatları bünyesinde toplamayı başarmış insana denir. Peki bu insan gerçekten de başarmış mıdır?


Son olarak;


Başarı sizce nedir? Unutmayın; vereceğiniz cevaplara göre hayatınız şekilllenecektir..!


Amatör
"AMATÖR" Devamını oku

19 Temmuz 2011 Salı

KIRMIZI KURDELE

Bu güzel ve sevimli fiyongu neredeyse hayatın her alanında, gereğinden fazla kullandığımı fark ettim. Merak etmeyin, öyle kendimi paketleyip çıktığım yok ortalara; ya da bir taç ile şirinlik muskası olabileceğini zanneden, teenage özentisi ve liseli kız uamelesi beklentisi içinde olan 30'una ayak dayamış kız'lardan da değilim. (... derken; taktığım onlarca taç geldi aklıma
ama sizi temin ederim ki bahsettiğim tanımlamaların benimle uzaktan yakından ilgisi yoktur. Ayrıca söylemeye gerek var mı bilmem, sözlerim (ben dahil) meclisten dışarıdır :))


Tabii ki bunları söylemek için açmadım bu konu başlığını... Konuya dönecek olursak; benim kırmızı kurdeleyi kullanma amacım biraz farklı; hatta öyle bir amacım yok, benimkisi tamamen mecazi anlamda ve istem dışı... Nasıl mı? Şöyle: Yaptığım birçok şey bir merasime dönüşüyor. Mesela sahile biraz ferahlamak ve ilham perisini kovalamak için iniyorum dersem, yanımda mutlaka en az 2 adet kitap ve belki bir mizah dergisi alyorum; hatta bazen yanıma biraz meyve aldığım da oluyor. Bu merasimimi genellikle cafe nero ile taçlandırıyorum. Orada ise genellikle "dışarı mekan alıcılarım" açık olduğundan bir iki satır okuyup kendimi mekandaki insan, hayvan, kuş, böcek ne varsa onları titizlikle gözlemlemeye adıyorum. Ne oluyor peki? Aldığım o yüklerle yürüdüğüm yolları geri dönüyorum. Ne için: mükemmel ortam!


Başka bir örnek: Kahvaltı sofrasında Allah ne verdiyse tatlısından tuzlusuna olsun da olsun; hem simit, hem buğday ekmeği yemesek de bir köşede dursun... Benimkisi göz zevki zaten sorsanız kuş mideliyim. (Karpuz hariç :)) Ne için: mükemmel sofra!


Keza işte de böyle... Ben ikna olmadıkça hiçbir müvekkil ikna olamaz; onların adına kendime müvekkil olurum; tüm kaprisi kendime yapar huzursuz ederim. Çıkarttığım "eser"i begenirsem veririm; begenmezsem "uykusuz her gece". Ne için: mükemmel çalışma!


İşin kötü tarafı ve aslında asıl demek istediğim, bu sebeple birçok şeye başlayamıyor oluşum... Blog bunlardan biriydi (tamam başka bahanelerim de vardı) ama bu da bir sebepti işte; mesela dans (zaten dansçı olamayacağım ki, düşüncesi ile zamanla küstü); bir şeyi biliyorum, demek dahi yeterli değilse gereksizdir lügatımda gibi akla gelen onlarca örnek...


Fazla değil mi? Hem de gereksiz...


Var mı benim gibi mükemmelliyetçiler; hadi gevşeyin biraz... Yine ucundan tutmayın, yine elinizden gelenin en iyisini yapın ama sıkıştırmayın, küstürmeyin, huzursuz etmeyin... etmeyim :)
"KIRMIZI KURDELE" Devamını oku