7 Eylül 2011 Çarşamba

Meditasyon

Bugün ilk kez denedim. En sevdiğim klasik müziklerden olan Mozart Piano Concerto No.21 Andante'yi koydum, ışıkları söndürdüm, kırmızı mumlarımı yaktım. Meditasyona yabancı insanlar için ilk önce nefes egzersizleri öneriliyordu. Derin derin nefes alıp verdim ben de. Bunu daha önceleri daha çok yapardım; hem de arabada, otobüste, en cok da vapurda, dosya arasından fakamı kaldırıp dışarılarıyı izlediğimde; kısaca her yerde... Hatırladım.


Sonra gözlerimi kapattım ve hayal kurmaya başladım. Önce kendimi boşlukta, sonra dönüştürmek istediğim gibi hayal ettim. Daha doğrusu bunların hepsini denedim. Tabii zihnimin izin verdiği ölçüde... Çünkü benim sevgili geveze zihnim hiç susmadı; öyle dedi, böyle dedi, hiçbişey demese, tamam şimdi susuyorum gör bak, dedi. Kızmadım. Dışlamadım zihnimi. Derin derin nefes alıp bağrıma bastım onu. Ne de olsa o da benim bir parçamdı. Kabul'dü. Kabül. Kabül.


Şimdilerde okuyageldiğim kitaplardan olan Eat, Pray, Love'daki Liz karakteri geldi aklıma hemen :)) çok komikti gerçekten onun meditasyon yaparkenki hali. Sürekli dünyevi şeyler düşünüyor, bir yandan da o sükunet halini çok aptalca buluyordu hehheh :)


Neyse... Evet bunları da düşündüm.., yaparken...


İlkti. Acemi ve umutluydu. Her ilk gibi...


Benim için bir de hatırlatmaydı aynı zamanda. İstediğim takdirde herbir şeyi olabileceğime ve yapabileceğime dair. Ama önce kendimi daha çok bilmem lazım değil mi? Onun için de biraz daha sessizliğe ihtiyaç var dostlar.


Yalnız şunu biliyorum; herşey ama herşey kendi içinde bir disiplin, emek ve enerji istiyor. Emek ve enerji tamam da ya disiplin..? Şu Alman mürebbiyelerimden biraz da huy kapabilseydim ... Burada tamamen spontane ve çağrışım yolu ile titreşen bünyeyi biraz ehlileştirmek icap ediyor. Onu beslemek gerek en başta. Burnunu tıkayıp yemeği tıkmak değil tabii ki kastettiğim. Ona sağlıklı ve sevdiği besinler vermek mesela. Onu anlamak için can kulağıyla dinlemek ve biraz da şımartmak gerek.


Sonra görücez bakalım neler olacak? Ne demişler, yola çıkmadan yol görünmez.


Her yol zenginleştirir unutmayın.


Biraz da bu gözlükten hayata bakalım.
"Meditasyon" Devamını oku

5 Eylül 2011 Pazartesi

Ah Bu Ben...

Yine sessiz iklimindeydi; denizin "cezir" hali gibi suları çekilmişti kıyıdan.. İçinden konuşmak gelmedi; gelse de erteledi, öteledi.. Sanılmasın ki canı sıkkındı; bilakis dört düvelle sohbette, pür-i pak neşe içindeydi.. Kendine kaldığı zamanlarda ise dinlendi. Bol bol dinledi içinin sesini.. Dalgaların, deniz melteminin, cırcır böceklerinin sesini dinledi.. Şehir gürültüsünden usanmış kulaklarını, doğaya aşık gözlerini ve en çok da telaşla koşan aklını toğraga serdi. Güney denizinin iyotlu sularında serinledi. Üç kuşak sevdikleriyle muhabbet etti, güldü, neşelendi.. Geride kalanı düşündü; özledi..

Sonra yollara verdi kendini.. Otobüs penceresindeki manzarada gözleri mahmurlaştı, yavaş yavaş göz kapakları ile birleşti; uyudu. Giden mayhoş, kalan buruktu. Gittiğinde kavuşmak olmasa, gitmek hepten zordu.. Şu hayattaki çelişkisi, işte tam da buydu. Hem gitmek, hem kalmak bir kapta karışmazken, o hep  bir var, bir yok'tu..

Çok şükür ki kavuştu.. Tüm evhamlarını havada bırakıp ayaklarını toğraga bastı. Bir kez daha risk altındaki faniliğine ve güvenli anlardaki dünyalığına şaştı. Sanki insan denen mahluk, en çok tehlike anında insanlığını hatırlardı..

Sardı, sarmalandı, pamuklara yatırıldı.. Yattığı yeri beğendi, kendini uzun uykulara verdi.. Ertesi gün çabucak geçiverdi. Akşam Ankara'dan bir dosta yeni pikesini serdi. Onun Trakya'dan getirdiği karpuzu ise 2 gün sonra kesti. O akşam tekrar doldurdu açıkta duran valizi; kontrol etti bu kez kendi hediyesini. Astı askıya hem sevdiğinin gömleğini, hem de kendi  prenses elbisesini...

Tek unuttuğu davetiyeydi; onu da zaten evinde unuttuğu arkadaşı getirecekti. İzmir'e doğru yola koyuldu. Vizyondaki bir film ismi gibi "En Yakın Arkadaşı Evleniyor"du..

Civan Teyze'nin pansiyonuna yerleşti. Prenses elbisesini, topuklu dore ayakkabılarını giyindi, süslendi. Özge ve Serhat'a sarıldı, misket havası, damat halayı oynadı, zıpladı. Sabahında "bardacık" incir, "gevrek" simit aldı.

Tekrar yollardaydı.. Ve ertesi gün yine çabucak geçti.. Sanki İstanbul'da vakit daha bir nakitti.. Yapmayı düşündüğü pasta bile, bu akşama yetişmedi. Ama işte yine de birşeyler söylemek gerekti.. Halbuki Oya'nın her işi gönülden geçer; gönlü ise bir kabarır, bir inerdi..  Aynı Med-Cezir gibi...

İşte buydu suskunluğunun sebebi...

Doğuştan getirdiği, dalgalı meşrebiydi müsebbibi...



"Ah Bu Ben..." Devamını oku